Kurban Bayramı Kutlamaları
UŞAK SERAMİK SAN. A.Ş.
ÖZ Hanedan Pide ve Kebap Salonu ÖZ Hanedan Pide ve Kebap Salonu
UŞAK SERAMİK SAN. A.Ş.
Gaye-i Hayal
Nurcan MİCAN

Gaye-i Hayal

Bu içerik 1494 kez okundu.
Reklam

Müsaadenizle bu defa ki yazıma bir soruyla başlamak istiyorum. Sorum şu: İnsan hedefsiz, gayesiz ya da idealsiz yaşayabilir mi? Şu yaşam sürgününe sadece yemek, içmek, uyumak ve bütün nefsi arzularını tatmin etmek için mi getirildi? Yaşamına renk ve hareket katacak bir gaye-i hayal var mı? Bu gaye-i hayal ne olabilir? Ya da bu olmazsa hayat nasıl bir anlam kazanır? Bu soruların cevabı kişiden kişiye değişiklik gösterebilir fakat burada değinmek istediğim geçen gün karşılaştığım bir cümle. Amaçsız, hedefsiz ve gayesiz bir insanın ne hale gelebileceğini çok güzel bir şekilde ifade ediyor; gaye-i hayali olmayanın, bunu unutanın ya da önemsizleştirenin zihni benlik etrafında dönmeye başlar ve enaniyeti kuvvetleşir.

Bu konuyu biraz irdeleyelim isterseniz. İnsan boşu boşuna yaratılmayan bir varlık ve bütün yaratılmışlardan farkı ona aklın verilmesi. Yüce yaratıcı kainatı yaratırken bütün isimlerini her bir varlığın üzerinde nakış misali işlemiş. Fakat aklı sadece insana vermiş. Akledip düşünmesi ve onu yaratana ulaşması için. İşte tam da burada insan tek başınadır. İradesiyle kendine gösterilen yolların en doğru olanına yönelmelidir. Bu defa da imtihan sırrı devreye girer. Evet insan imtihan için bu dünyaya gönderilmiş, her imtihanda olduğu gibi bu imtihanın sonunda ya cezalandırılacak ya da mükafatlandırılacaktır.

Hayatın kendisi bir imtihan olduğu gibi hayatın içinde de pekçok imtihan vardır. Benlik duygusu yani enaniyette bir imtihandır. O zaman enaniyetin ne olduğu hakkında birkaç söz söyleyelim;

Enâniyyet (benlik), kendine güvenmek, gurur, sadece kendine taraftarlık, her yaptığı işi kendinden bilmek anlamlarına gelir. Bir başka deyişle; ene “ben” demektir. Benlik, insanın kendi varlığından ve sıfatlarından haberdar olması, nefsini ve malını kendine nispet edebilmesi yani eşit tutabilmesidir. Aslında ene duygusunun hedef ve misyonu, Allah’ın mutlak ve kayıtsız sıfatlarına bir ölçü ve bir mizan olmaktır. Benlik duygusu gerçekte öyle olmadığı halde öyleymiş gibi sayılan hayali bir duygu olduğu için insanın bakışına ve inancına göre şekillenir. İnsanın bakış açısı ve inancı küfür ve şirk ise, bu duygu kalınlaşıp insanı yutar. Yok eğer iman ve tevhit  açısından bakarsa bu duygu incelip şeffaflaşarak Allah’ın o mutlak ve kayıtsız olan isim ve sıfatlarına tam bir ayna olur. İnsan, Allah’ ın üzerinde nakşettiği isimlerini ışıklandırır ve parlar. Aynada yansıyan ışık, aynanın kendi malı değil, güneşin malıdır. İnsanın benliği de bir ayna gibidir. Bu benlikte görünen sınırlı ilim, irade, kudret, sahiplik gibi hissiyatlar Allah’ın isimlerinden yansıyan tecellilerdir.

Mesela, insanın ailesine "benim ailem" demesi, evine "benim evim" demesi, vücuduna ve azalarına"benim vücudum" ve "benim azalarım" demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte buradaki "benim" ifadesi ene’ dir. Halbuki hakikat noktasından ne aile, ne ev, ne vücut ve ne de azalar insanın değildir. Hepsinin gerçek sahibi Allah’tır. Allah insana bu sahiplenme duygusunu isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas yapmak için vermiştir. Yukarıda da söylediğimiz gibi insandaki sınırlı olan ilim, kudret, irade, sahiplenme duygularının hepsi Allah’ın isim ve sıfatlarına açılan birer pencere gibidir. İnsan bu pencereler ile Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar.

Bu manaya ve farka işaret etmek için bir hikaye anlatalım:

“Çok zengin ve güçlü bir zat emrinde çalışan iki işçiye, servet idare etmenin zorluğunu, tasarrufunun büyüklüğünü, zenginliğin bir takım lezzetlerini kendi haşmet ve ihtişamını anlatmak için, fabrikalarından ikisinin idare ve gelirini, bir yıllığına emaneten onlara verir. Şart olarak da fabrikanın mülkiyeti, içindeki makinelerin eksiksiz geri verilmesi, kendi namına işlettirilmesi ve kendi ahlaki prensiplerine göre idare edilmesi gibi şeyleri o iki işçiye tembih eder.

İki işçiden birincisi, fabrikanın idaresini alır ve aynen O zatın direktifine göre hareket eder ve onun çok vasıflarını kıyas yolu ile anlar. Mesela der; ‘Ben şu küçük tesisi idare ediyorum, şu zat ise binlercesini idare ediyor. Ben, şu kadar insanla uğraşıyorum, O binlercesi ile alakadar oluyor. Şu tesisin gelirindeki zenginliği bu, Onun mülkünün zenginliği ise baş döndürüyor.” der. O Zat’a olan sevgi ve saygısı artar ve her zaman da orada geçici ve emaneten bulunduğunu unutmaz. Bu davranışı ile onun teveccühünü kazanır. O Zatta, onu çok büyük bir mükafatla ödüllendirir.

Diğer işçi ise, fabrikaya girer girmez, vaziyetini ve vazifesini unutur. Hemen fabrikanın isim tabelasını indirir, kendi ismini takar. İdarede O zatın ahlakına uymaz. Demirbaş olan makineleri satar. Emanetçi ve geçici olduğunu hiç hatırlamaz. Asıl fabrika sahibini inkar eder ve ona meydan okur. Haddini aşarak kendine mal etme(temellük) davasına sapar. Ayna olduğunu inkar eder. Gerçekte olmayıp var diye düşünülen, yani varsayıma dayanan hallerini gerçek kabul eder. Asıl fabrika sahibi olan Zatta ona layık bir ceza ile onu cezalandırır.”

İşte bu misalde olduğu gibi, insanın vücudu bir fabrika azaları gibidir. O zat ise, Cenab-ı Hakk'tır. O iki işçi ise, biri mümin ve haddini bilen, temellük davasına sapmayan benlik ve hislerini Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamakta kullananları temsil eder. Diğeri ise temellük davasına sapan, haddini aşan, kendine ait olmayan şeyleri kendine mal eden, firavunlaşmış benlikleri temsil eder.

İnsan yeryüzüne bir halife olarak yaratılmıştır. Halife, sultanın mülkünde, O’nun namına tasarruf eder. “Benim malım, benim mülküm” derken, mülkün gerçek sahibini hatırından çıkarmaz. Onun böyle deyişi, bir askerin “benim tüfeğim, benim koğuşum” demesi gibidir. Benlik gerçekte büyük bir nimet, büyük bir sermayedir. Ama onu yerinde kullanmak şartıyla...

Kamil insanlar, enaniyetsiz büyüklük içindedirler. Büyüktürler, fakat büyüklenmezler. Bütün bilgisinin, ahlak güzelliğinin Allah’tan geldiğini, bütün noksan ve çirkinliklerin kendilerinden kaynaklandığını itiraf ederler. Her ay memurlara maaşlarını dağıtan bir muhasebecinin gurura hakkı olmadığı gibi, fakirlere yardım eden bir zenginin de gurura hakkı yoktur. İnsanın ene (ben) merkezli bir hayattan kurtulması, yüce ideallerle mümkündür. “Her işinde onu yaratanın ve bu hayatı ona bedavaya veren Zat’ ın rızasını gözetmek, imanın bütün gönüllere hakim olmasını istemek, ülkesinin maddî-manevî zirvelere çıkmasına çalışmak...” gibi idealler, insanı ene’ ye esir olmaktan, onun emrine girip etrafında dönmekten kurtarır. Böyle yüce ideallerden mahrum yaşayanlar ise, “ben” merkezli bir hayat yaşamaktan kurtulamazlar.

Bu asır, adeta enaniyet asrıdır, dalalet ehli ene’ye binmiş, dalalet vadilerinde koşmakta, birbirlerinin enaniyetini okşamakta, eneler şişmekte, kalınlaşmakta, kabarmaktadır. Kalpler putlarla dolu, unutmamak gerekiyor ki cahiliye devrinde putperestler putlarını Kabe’ nin içinde saklıyorlardı. Sen hiç kendi Kabe’ nin içine baktın mı? Ne var orada; herşeyi yapan sen misin; bütün zenginliğini, güzelliğini, başarını sen mi kazandın; yoksa onu kaybetmekten mi korkuyorsun...? Eğer putların mal mülk, makam mansıp, para pulsa bil ki bir gün onları bırakıp gideceksin istesende istemesen de ve gittiğin yerde bunların bir akçe kadar değeri ve hükmü yok. Hele bir de bütün bunları dünyan için kullandıysan; paranda hakkı olan fakirin hakkını vermediysen, ilminden hakkı olanlara ilmini öğretmediysen, makamından beklenileni yapmadıysan... Vayy haline o zaman... Korkma... Titre... Kendine bir de şu soruyu sormayı dene; sahip olduğun herşeyi yitirdiğinde beni ayakta tutacak olan nedir?

Eğer insanın bir ideali olmaz, nefsin zevkleri ve ihtiyaçları etrafında döner durursa zihni sürekli kendisiyle meşgul olur. Daima kendini görür; bir şey başarmış olmasa bile, daima kendini göreceği bir “dev aynası” vardır ve bu aynada hep kendisini seyreder. Etrafında yüksek idealler peşinde koşan insanları görünce, onları anlamama, onları küçümseme, tenkit etme zayıflığında bulunarak idealsizliğinin ağırlığını hafifletmeye veya hiç duymamaya çalışır. Sürekli başkalarını tenkitle meşgul olur.

Sonuç olarak insan hayatında gurur, kibir, enaniyet gibi çok tehlikeli duygulara ve sıfatlara düşmemesi için sürekli yeni idealler peşinde koşmalıdır. İdealden ideale asıl ideal peşinde basamak basamak birinden diğerine geçmek, yüksek bir dağı tırmanma gibidir. Yüksek ve muhteşem dağlar, tek bir tepe gibi görünse de, onlarda zirve üstü zirveler vardır. İnsan, genellikle bir zirveyi görür ve dağın zirvesi zanneder; fakat ona çıktığında onun üzerinde bir başka zirvenin olduğunu farkeder. İşte, hayatını böyle zirveden daha öte zirvelere doğru tırmanma yolunda sürdürenler enaniyete, gurura ve kibire düşmekten kurtulur, hattâ bunları düşünmeye, hissetmeye bile vakit bulamazlar. Bunun yanısıra, başkalarını tenkide de kapı açmazlar. İdeal peşinde sürekli gayret içinde olan, zaten başkalarındaki kusurları görüp, onları tenkide vakit de, imkân da bulamaz.

İçinde bulunduğumuz üç ayların, bereketi ve  manevi havasıyla hayatlarımızı yeni ideallerle ışıklandırması dileğiyle...

Nurcan Mican

Sende Yorumla...
Kalan karakter sayısı : 500
Sümeyye     2020-03-01 Kaleminize sağlık Nurcan Hanım☺️
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR X
Banazda Kuzu Kokoreç Yalçın  Kokreçte Yenir
Banazda Kuzu Kokoreç Yalçın Kokreçte Yenir
Tarihi Eser Kaçakçıları'na Uşak Jandarmasından Operasyon
Tarihi Eser Kaçakçıları'na Uşak Jandarmasından Operasyon