Kurban Bayramı Kutlamaları
UŞAK SERAMİK SAN. A.Ş.
ÖZ Hanedan Pide ve Kebap Salonu ÖZ Hanedan Pide ve Kebap Salonu
UŞAK SERAMİK SAN. A.Ş.
Parnas
Yasemin Levent

Parnas

Bu içerik 3495 kez okundu.
Reklam

Efsaneye göre, ilham perilerinin yaşadığına inanılan görkemli dağın adıydı ‘’Parnas’’ Kelimenin zihnimden geçişi, kınalı saçlı kız çocuğunun, erkek bir bebeğin yanaklarına  dokunarak gülüvermesiyle aynı ana denk gelir. Bebek de gülmeye başladı ablasını görünce. Binlerce kuşun cıvıltısına dönüştü sesleri. İşte o an, o gülücüklerin gamzesinden su içmeye eğildi kağıt-kalemle. Bir de ne gördük, gözleri Hüda’ dan sürmeli bu yavru meleklerin, kirpiğinin kıvrımı Hüda’ dan. Düşlerle kaynayan o koskoca dağın zirvesinden, eteklerinin en uzağına düşmüş kaya parçasına kadar kırmızı bir mürekkep aldı yürüdü canımı. Ve hissettim ki, depremlerden çıkagelme bir heyecanla yeniden doğuyordum! Bedenime, ruhuma, zihnime düşen duygu tam olarak buydu: DOĞUŞ

            Ah bu benim zihnim, neyle yoğrulmuş, nasıl harmanlanmıştı böyle, zerre-i miskalde

 hayat bulan ezelinden? İçimdeki deli kan ile anamdan emdiğim güvercin renkli süt bu kadar mı alakasızdı da, ortaya benim gibi karmakarışık bir figür çıkmıştı. Ruhumun tarlaları üst üste kurulmuş lunaparklar, asırlık çınarlar, bir sokak çalgıcısının melodisine atalık yapan notalar, ad koyamadığım dağ rüzgarlarına yelelerini bırakıveren atlar, saçlarımdan dökülen yıldızlarla  doluydu. Coşkumdan hiçbir kalıba, davranış biçimine, düşünce sistemine sığmıyordum. 60’ların nostaljisinde yaşamış olmayı dileyen ben, bir anda siyah-beyaz bir köy fotoğrafının içinde görünüyordum şahsıma ve çok da mutlu ediyordu bu beni. Belki bu yüzden bir yanım hep köydü benim. Benim beynim (her konuda oldukça da hacimli bir fikri olan bu beynim), her zaman kendine meşgul olacak bir şeyler bulan zihnim ve hiçbir sıfatla betimleyemediğim  doludizgin ruhumla varlığımı sürdürdüğüm bu yaşantım, günümüzün bilişsel akışı ve mantık örgüsünün bir neticesi değil, duygularımın en tabi hali ve akışıydı. Duygunun tabiatı ve dili de öyle ağırdır ki, bazen sadece susarak anlaşabiliyordum etrafımdakilerle. Buna rağmen duygusal kanaatkarlık bana göre değildi; susamazdım. İnsanların duygu dilini kaybetmiş olduğu bu devr-i alemde, içimde dolup taşan yerli yersiz cümleler böylelikle bir kez daha yazıya götürdü beni ve kendimi burada buldum, okuyor olduğunuz satırların arasında. Hiçbir yerde olmadığım halde her yerden gitmek istiyor ve atını dörtnala mahmuzlayan bir savaşçı gibi, adını ve yerini yalnızca kendime sakladığım uzak diyarlarıma gidiyordum, bir yazı masasının o ihtişamlı dağınıklığında.

            Yazmak için çıldırıyordum yine, çünkü en çok da kendim okumak istiyordum yazdıklarımı. Yazmak için çıldırıyordum, çünkü konuşma dilim yazıydı benim, ehl-i sohbet değildim. Yazmak için çıldırıyordum evet, çünkü lisanım sadece duyguydu ve fiilen konuşma kabiliyetinden yoksun olduğumu bile düşünürdüm çoğu zaman. Bendeki vaziyet-i ahval böyle iken, duyduğum her ses bilmediğim bir dilden geliyordu sanki kulağıma. Sanki, evet sanki konuşşak bile aynı sözcükleri farklı anlamlarda kullanıyor gibiydik. Benim asıl söylemek istediklerimin kelimesi yoktu.  belki de sırf bu yüzden hiçbir davranış şekline mahkum da değildim. Etrafımda olup bitenleri anlamıyordum ki, anlaşılabildiğimi hele, hiç düşünmüyordum. Çok da gerekli bulmuyordum zaten anlaşılmayı, hatta bunu dilemiyordum, gönlüm de yoktu anlaşılmaya. Evet itiraf ediyorum: bunu kesinlikle istemiyordum. Bencilce benimseyip sahiplendiğim bir dünyam vardı ve anlaşılırsam bunun bozulacağını düşünüyordum. Tıpkı şehirleri, doğayı, kendilerini kirlettikleri gibi, benim kainatımı ve buradaki sonsuz huzurumu da bozacakları endişesini taşıyordum. Sadece ikimiz bilirdik benim nefes alabildiğim gökyüzü ve yeryüzü köşelerini, ikimiz: BEN ve RUHUM. Doğanın hangi metrekaresine düşersem düşeyim, hep aydınlığına bakıyor olur benim yüreğimin odaları, geceyi ve karanlığı bu denli çok sevdiğim halde. Arada bir buluta dönüşürüm, genzimi yakınca şehrinizin uğultusu. Asfalt yüzü görmemiş toprak yollarda yürümeyi severim ben, içimdeki o toprak kokusuyla beslenen taşralı ruhla. Çünkü bilirim ki ‘’toprak’ mühim kelimedir, heyecan vericidir, nefes kesici; tıpkı ‘’Oku!’’ kelime kökü gibi. Yaşamın özü, mayası, başı, sonu, ortası, her şeydir toprak. Topraktaki o sona, sonsuz yürüyüşün tadına daha ne lezzetler ekledi Kör Hafız şiirinde, bilirim: ‘’Yasemin kokusu, kekik buharı’’ derken. Zaten mısradaki böyle bir güzellik dünyevi olamaz, mahşer sonrasıyla bir bağı olmalı… Şiirini kendi sesinden dinlerseniz nasıl bir hal alırsınız bilemem. Ben seyirci koltuğundaki yerime bir süre çakılı kaldım mesela, nutkumun tutulmasında. Gözyaşına dönüşüp- dönüşmeme arasında kalan o iki damla ışıklı suda denizleri buldum. İşte böyle biriyim ben, hiçbir kavgamda bir tek damla gözyaşı dökmeye tenezzül etmezken, iki dizenin dizleri dibinde hıçkırıklara boğulabilirim. Yaradan’a nasıl şükür ve hayranlık duyuyordum beni böyle karmakarışık yarattığı için! Karmakarışıktım evet; ömrümü kendimi tanımaya ve anlamaya adamıştım. Bundandır biliyorum, ‘kendini adamak’ ya da ‘adanmışlık’ kelimeleri hiçbir zaman zavallıca kabullenmeyi çağrıştırmamıştır bana. Aksine güçlü bir bağlılıktır bu, kendinizi adadığınız şey her neyse. Benim adanmışlığım, sadece kendimeydi. Yazdıklarım sadece kendim içindi. Seçtiğim her söz, kurduğum her cümle benim içindi! Çünkü bildiğim bir şey vardı: İnsanlığın can çekiştiği kör düğümlerin  hangisini açıklamaya yeter sizce şu ana değin literatüre girmiş, telaffuz edilmiş kelimeler? Hangi cümleye, paragrafa, metne, hatta dile sığdırabilirsiniz küçük bir çocuğun çığlığını? Duygu diliniz bunca yoksulken ve yoksunken hissetmekten fukara bir evin ışığını, bahçesindeki temiz havayı, bölüşülen ekmeğin buğusunu,  şimdi siz dilsiz kesim, beyninizin örüntüsünde çıkmaz sokaklara dönüştürdüğünüz labirentlerinizde körlüğünüz ve sağırlığınız ile mücadele edebilir misiniz mesela? İstediğiniz kadar donanımlı zihni bir evreniniz olursa olsun hiç farketmez, bireylerarası duygu, kültür ve bilgi aktarımı ciddi bir iştir. Ve algılar karşılıklı olarak açık ve net olmadıkça da, işin anlayış kısmı hep sonuçsuz kalacaktır. Yani kuyuda yaşayan bir kurbağaya okyanustan söz etmektense, susalım gitsin mi? Darılmaca gücenmece yok; yaşamak üzerine,

 kendi kişisel örneğimden daha güçlü bir liderlik aracı tanımıyorum!

            1955 yılının Alabama Eyaletine götüreceğim sizi. Rosa L. Parks ile tanıştırmaya. Rosa, siyahi insan hakları savunusu. O yıllarda otobüste oturma önceliği beyazlara ait. Rosa bir gün iş çıkışı evine giderken, her zaman yaptığı gibi otobüse biniyor. Bu kez inandığı şeyi yapmaya kararlı. Kendisine yapılan uyarılara aldırış etmeyerek, yerini beyaz bir yolcuya vermeyi reddediyor. Şoföre verdiği cevap ise, yerini beyaz birine vermesi gerektiğine inanmadığı. Bunun üzerine, kamu düzenini bozmakla suçlanıyor ve para cezasına çarptırılıyor. Çıkarıldığı mahkemede ayrımcılığa daha fazla tahammül edemeyeceğini şu şekilde ifade ediyor: ‘’İnsanlar benim o gün çok yorgun olduğum için koltuğumdan kalkmayı reddettiğimi söyleyip duruyorlar. Doğru, yorgundum ama sebep bu değildi. Yani işgünü olmasının fiziksel yorgunluğu değildi bu. Yaşlı da değilim, 42 yaşındayım. O gün çok yorgundum evet, sürekli haksızlığa uğramaktan ve bunu kabullenmekten yorgundum’’ Duruşmayı takip eden günler ve Rosa’nın mücadeleye dönüştürdüğü inancı sonucunda ‘’Black & White Together’’ (Siyah ve Beyaz Birlikte) sloganıyla, o otobüs şimdi Petroit’teki Henry Ford Müzesi’nde seyirlik bir anıya dönüştürülmüş olarak sergilenmektedir. Benim ilgilendiğim kısım ise Rosa’nın iç dünyasındaki o kıvılcımdır.

Dünyanın neresinde olursanız olun, mevzusu ve kahramanları her ne ve her kim olursa olsun ortada bir hata varsa, o yanlışın kaçınılmaz ve bir o kadar da rahatsız edici bir iç dürtüsü de vardır. Kişisel menfaatleri gereği hatayı/yanlışı yok saymayı tercih edenler olsa bile,  bunların insanlık sınırları, kendi acınacak hallerinden ibarettir. Ademoğlunun, manevi kişiliği ve inançlarına sahip çıkma adına, şahidi olduğu tutarsızlıklara duyarsız kalması mümkün değildir zaten. Mümkün kılınanların ise her türlü vasfından şüphe ederim. Kudret-i Ala’nın ilhamı ve İlahi Kalemi’nin gücüne sığınarak, bu tür durumlarda sessizliğimi bozmanın gereğine hep inandım. ‘Lal’ olan dilim, gönül köprülerinden geçe geçe bir yaprak hışırtısının sualine bile kulak kabartır oldu. Hiç mi yara almadım?  Aldım evet, ama gururla taşıdım yara izlerimi. Çünkü yara izleri ‘’Ben kurtuldum!’’  demektir.  Yara izlerinize sahip çıkınız. Şimdi ben,  gökyüzünün rengini inançtan alan alaca karanlığına baka baka, duasızlıktan üşüyen yüreklere ulaştırabilir miyim  acaba ‘’La Tahzen’’ in ferahlığını? Türk –İslam kültürünün duygusal zenginliğinin sembolü Mevlana Hazretleri diyor ki:

La Tahzen! (Üzülme!)

İnsanlar senin kalbini kırmışsa üzülme!

Rahman (c.c.) ‘’Ben kırık kalplerdeyim’’ buyurmadı mı?

O halde ne diye üzülürsün Ey Can?

Aç da kendini oku!

Seni bir ‘işiten’ var

Seni, senin kendini sevmenden bile önce,  O sevdi seni…

İşte benim bütün cüretim ve cesaretimin kaynağı budur. Beni sevmek Cenab-ı Hakk’tan başka hiç kimsenin işi değil; bu benim işim. Dolayısıyla da şartların canı cehennemedir, ben koşullarımı kendim yaratırım evvel Allah ahir Allah vesile-i sabır ve kuvvetiyle.

            İnsan ruhuna bu denli tesir edip ışık tutan bir düşünür farkındalık ve bilim üzerine beyninizdeki ayazları ılık bir esintiye çeviriverir. Okudukça ve de yazdıkça çiçekler açar yüksek taş duvarlarınızın boşlukları arasından. Ürperirsiniz, yazın ortasında donar, kışın ortasında kavrulursunuz. Ve anlamak bilmekten daha yakıcı bir histir o an.

            Artık hepimiz müşterek ifade kalıplarımızı kaybettik. Her birimizin ayrı lugatı, kelime sözlüğü var, anlamları sadece sahibine biçilmiş. Kendi adıma, böylesini yeterince özüme sindirdiğimi ve yaşam biçimi haline getirdiğimi söyleyebilirim. Çünkü lisandaki anlamı sadece kelimelere yükleyebiliyorduk. Oysa duygu dilinde malzeme çeşitliliği daha zengin ve yoğun değil midir? Konuşamadığımız ve birbirimizi anlayamadığımız için, kelimelere de tutsak değiliz artık. Ve şimdi duygudaki muhtevayı herşeye yüklemek mümkündür. Musukiden eşyanın tertibine, sanat dallarının hepsinden toplumsal ilişki birimlerine dek çok geniş bir liste mümkündür. Bakarken, yürürken, çay bardağını ağzınıza götürürken, pencereden dışarıyı seyrederken, ocaktaki külleri süpürürken bile konuşuyorsunuzdur aslında ve bunların hepsi sizin kişiliğinizin bir yansımasıdır. Ve yeryüzündeki insan sayısı kadar insan doğası mevzu bahis yine, sessizliği ve çığlıklarıyla…

Ben kendi yansımamı ilgilendiren konularda, keskin ve savunucusu güçlü fikirlerin sahibi oldum hep. Bu fikirler hiçbir zaman dikte etmeye ve kabul görmeye niyetli olmadıkları için de, ruhumun huzur bahçelerinde kendimle baş başa beslenmekteyim. Şöyle dedi geçenlerde bir arkadaşım bana: ‘’Tamam anlıyorum ruhuna, içselliğine muntazam vakit ayırıyorsun; şu masadan başını bir kaldır da dünya yüzü gör, dünya da senin yüzünü görsün. Kendine vakit ayır biraz’’ İçimden dedim ki: ’’Hakikaten ben kendimi hiç ama hiç anlatamamışım. Benden yazar filan da olmaz’’ Dışımdan da şunu söyledim eleştirinin muhatabına: ‘’Bu yaşayış zaten benim kendime vakit ayırma şeklimdir’’

            Taa 2000 yıl önce, günümüzdeki vücuda geliş şeklinden son derece alakasız bir yerden aktüel yaşama giren bir ifade var: ‘’Carpe Diem’’ Kelime anlamıyla tam olarak ‘’Anı Yaşa’’ gibi öğütleri içeren bir kavram ve aynı zamanda bir türlü kendini yanlış anlaşılmaktan kurtaramayan kavramdır da. Yüzyıllar öncesinin iç karışıklıkları ve sosyo-ekoomik buhranları ile boğuşan Romalı halkın ve yöneticilerin zavallı tesellileri, şimdi nasıl da ateşe veriyor rağbet gördüğü her yeri. Hatta günümüze dek ilerleyen anlamındaki haddini hududunu aşarak kendi çıkış noktasından( insanın şartlara tahammül edemeyişinin) çok uzaklarda ‘Hedonizm’ adı verilen Haz Felsefesinin temellerini atmaya kadar gidiyor. Neyse ki Aydınlanma Çağı’nın yeni bilgiye yönelik kabulü geliştirmeyi amaçlayan düşünsel dalgaları etkisiyle,  bir akım olarak nüfuzunu yitiriyor. Yine de ‘’Carpe Diem’’ her yerde. Özellikle reklam piyasanın vazgeçilmezi, çünkü algıları yönetilmeye açık insanları kafeslemek için müthiş bir oyuncak vazifesi görüyor bu iki kelime. Oysaki makul olmayan anlamlar kazandırmayı bırakıp, ‘’an’’ kelimesine değil de, ‘’yaşamak’’ kelimesi üzerine odaklanarak olmalıdır burada sunulabilecek yorumlar. Birey, bir an önce ‘’an’ı yaşamak’’ saçmalığının peşini bırakıp; kendi farkındalığıyla, derinliğiyle, sahibi olduğu ışığın izdüşümüyle ‘’an’ı BİLİNÇLİ yaşamak’’ kurgusunu gerçekleştirmelidir. ‘’An’’lar bilinçli yaşanmadıkça, yaşamı yaşanmaz hale getirme çirkinliğine ortak olmanızı, başka hiçbir mazeret gerektirmeksizin, dile ve yazıya dökmekten çekinmeyeceğim. Zaten bunu yapmadığınızda, yapamadığınızda ya da yapmayı başaramadığınızda eksilttiğiniz şey öncelikle kendiniz olacaktır.

            Fikrimi alenen söyledikten sonra, kalabalıkların bu hudutsuz heyecan arayışları ve sınırsız bir telaşla birbirlerine karışıyor olmalarını, izliyor olacağım Parnas’tan. Şimdiden görebiliyorum; insanlar gülerken birden kahkahaya boğulabiliyorlar ya da ağlarken pest perdeden tize doğru tınıyı yükselterek feryadı basabiliyorlar. Büyük salonların, sokakların, caddelerin rengi, kokusu, dokusu yok artık. Hakim olan tek şey gürültü ve anlayışsızlık! Ben kendini ‘’sükun’’ ve ‘’sükunet’’ ile terbiye eden biri olarak huzurlu iç hanemde manevi keşiflerle coşan sessizliklerden yanayım. Bunu hepimize diliyorum aslında. Neden yıkıcı davranır ki insan insana? Hangi insan formasının içine yakışır ki sinsice bir saldırganlık? Bu davranışın sığdırılabileceği yer neresidir? Bilirim ki O’na havale edilen herşey, tam da vakti gelince adilce halledilecektir. Bu durumda insan ne garip, ne zavallı bir zerredir, kimse bilmez mi? Hele ki kötülük uğruna uğraş verirken, zaman kaybederken…  Ve dahası, kendi tabiat haritasının izahını çözmeye teşebbüs etmeyip, bir diğer yaratılışın coğrafyasında kendine nasıl bir söz ve yorum hakkı bulabilir ki insan? Hiçbir tefekkür çilesi ve akli faaliyet gerektirmeyen çerçevede, fikri ve fiili yaklaşımlarla atıfta bulunanlara başkaldırıyorum. Hem de her türlü imkan ve kuvvetimi ortaya koyan apaçık bir anlayışla… Açıklamaya çalıştığım bu sığlıklarında bile, bu tür insanların sözde imkanlarının hak listesi var. Ve bu kafidir kendi formüllerini uygulamaya, öyle mi? Oysa ki insan kendini kaç boyutlu görürse görsün, her varlık kendi tabiat ufkuna mecburdur. Ruh insanda her türlü faaliyetin nihai ve tek kaynağıdır. Her birimiz kendi içimizde bir vahdet mimarisine sahibiz. Ki, bu aynı zamanda bizim imtihan alanımızdır; ‘’sabır’’ da anahtarıdır, bu cihette atan kalbinizin. Cenab-ı Allah Azze ve Celle’nin,  Zat-ı Alemi’nden dünyaya indirdiği bir meselenin inşasında Ayet-i Kerime’ye başvurmak hususu doğar. Varlık, insan ve bilgi telakkisine giderken savrulmaktan alıkoyar bu, bizim naçizane yaratılışımızı. Daha derin bir anlayışla, nihai hedefte muhatap olacağımız imtihana, tasavvuf müessesesini dahil etmeden iç huzuru beklemeyiniz.

Furkan Suresi 53. Ayet: ‘’Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir serhat koyan O’dur.’’ Son olarak nazar-ı dikkatinizi çekmek istediğim asıl şey şu ki, böyle bir hikmet ölçüsü varken, kimse kimsenin serhatından geçmeye kadir değildir Ey Can!

Ulvi bir yolculuğun başlangıcı idrak ettiğimiz bu günlerde, tüm insanlığın Hak Teala’nın fiili tecellilerine mazhar olması niyazımdır. Kullarının nidasını katından geri çevirmeyen Rabb’ime hamd-ü senalar ederim. Ya Rabb! Seni tarif etmektedir bütün güzel isimler; Esma’ül Hüsna’na şahit yaz beni…

Yasemin Levent Şenol

 

 

Sende Yorumla...
Kalan karakter sayısı : 500
Yurdun Adıgüzel     2019-05-01 Yazını ruha hitap ediyo.
Yurdun Adıgüzel     2019-05-01 Yazını ruha hitap ediyo.
Yurdun Adıgüzel     2019-05-01 Yazıların süper okumaya devam etcem
Yurdun Adıgüzel     2019-05-01 Yazıların süper okumaya devam etcem
YILMAZ ŠAHÎNKAYA     2019-03-15 Insanin iç dünyası ile buluşmasını sağlayan,kendisi ike barışmasıni temenni eden ,ruha hitabeden güzel bir yazı,zevkle okudum,teşekkürler ...
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR X
Banazda Kuzu Kokoreç Yalçın  Kokreçte Yenir
Banazda Kuzu Kokoreç Yalçın Kokreçte Yenir
Tarihi Eser Kaçakçıları'na Uşak Jandarmasından Operasyon
Tarihi Eser Kaçakçıları'na Uşak Jandarmasından Operasyon