Kurban Bayramı Kutlamaları
UŞAK SERAMİK SAN. A.Ş.
ÖZ Hanedan Pide ve Kebap Salonu ÖZ Hanedan Pide ve Kebap Salonu
UŞAK SERAMİK SAN. A.Ş.
Ahkam
Yasemin Levent

Ahkam

Bu içerik 2148 kez okundu.
Reklam

Şu an saatin kaç olduğunu bilmiyorum, bakmayı da hiç düşünmüyorum. Sessizliğin şu raddesinden içimin en gürültülü, en geveze, en cıvıltılı yanlarına doğru geniş koridorlar açılıyor önümde. Ve ben en sevdiğim şeyi yapmak üzereyim şimdi: kendimle yarenlik etmeye gidiyorum.

Bugünlerde doğum günüm benim. En çok orman meyveli pasta seviyorum, ormana dair her şeyi sevdiğim gibi… Bundan bilmem kaç zaman önce, o bilinmeyen boyutta Yaradan tarafından hükmedilmiş varlığıma. Kırk üç yıl önce, yine böyle bir Ekim sonunda da yeryüzündeki yerimi almış, tezahür etmişim insanlar arasında. Oldukça güzel bir kadının ve mavi gözlü çılgın bir adamın minik kız bebekleri olarak, yurtdışında bir hastanede açtım gözlerimi hayata. Öyle söylüyorlar daha doğrusu; evvel-i aklımdan onlar mes’ul.  Var mı söylediklerinin bir garantisi? Yok tabi(!) Belki evlatlığım, belki hastanede karıştırılmışlığım vardır, belki de çaldılar beni. Belki de söyledikleri doğru, gerçekten onların  çocuğuyum, güzel kadınla çılgın adamın… Sonradan öğrendiğim bir diğer şey ise, Annemle aynı odada doğum yapan Alman annenin kucağına verilseydim, adımın ‘’Carla (Karla)’’ olacağı! O an ile ilgili bazı düşünüşlerimin belli başlıları bunlar. Beynimde herkes gibi düşünmemi engelleyen birşeyler var sanki; en’ lerim hep farklı oluşunuda buna bağlıyorum. Mesela çok basit bir örnek vereyim size: Öğretmenliğimin ilk yıllarında bir öğrencim en çok hangi yemeği sevdiğimi sormuştu, ben de ‘karnabahar’ dedim. Gözlerini faltaşı gibi açarak: ‘Aaa, gerçekten mi?’ dedi, ‘daha önce en sevdiği yemek karnabahar olan birini hiç görmemiştim!!’  O an uzaylıymışım gibi hissetmeme sebep olan o öğrencimi hep hatırlarım. Haklıydı da. Lokantalar vardı, kebapçılar, pideciler, mantıcı, tatlıcı, çorbacı, kokoreçci… ama karnabaharcı yoktu. Ev yemekleri yapan yerlerde bile karnabahara rastlamak mucizevi bir şeydi. Demek ki hiç kimsenin karnabahar gibi bir talebi yoktu ve de yapılmıyor, satılmıyordu. Bu ve benzeri durumlarda en büyük imgem, bir ayı familyası ile birlikte ormanın içinde yaşama isteğiydi.

Kendimi kıyasıya araştırıyordum, yeni yönlerimi keşfetmek, kendimle ilgili tespitlerde bulunmak ve bu içsel yolculuk bana heyecan veriyordu. Mevzunun en can alıcı noktası ise, Allah’ ın beni yaratmayı istemiş olmasıydı. En çok bununla ilgileniyor, en çok da bu yüzden seviyordum kendimi. O beni yaratmak istemiş, tam da böyle, olduğum gibi yaratmış ve hareketlerimi izliyordu. Bu duyguyu içimden her geçirdiğimde heyecandan nefesim kesiliyor, müthiş keyifleniyordum. Siz ne derseniz deyiniz, kendini beğenmişliğim, ukalalığım, bakışım, duruşum, coşkum, hüznümle bana böyle bir kimya bahsedilmişti. Şükürler olsun ki onun eseriydim ve bunu idrak edebiliyordum. Bir de sizin yakıştırmalarınız vardı, çok sıkıcısın bile diyorlardı bana. Doğruluk payı da yok değil bazılarının. Açıklayayım: Sıkıcıyım evet, çünkü yazabildiğim kadar konuşma kabiliyetim yok. Kendimi beğenmişliğim vardır evet, çünkü bu mizaçta ve bu doğada yaratılmış olmak beni mutlu ediyor. Ukalalığıma gelince, o da var evet, çünkü bütün bunları ifade edebilmem için fazla kelime sarf etmek zorunda kalıyorum. Herkeste olduğu kadar arızalı yanlarım vardır benim de elbet. Örneğin her şakaya gelemem ben, iltifat almaktan ya da etmekten nefret ederim, kendi halinde sade bir devlet bir memuru olarak yaşayıp gidiyorum. Kavgamda bile ince oldum hep; cesur olduğum kadar nezaketliydim de.. Çok sosyal olmamakla birlikte, dışarıya sadece iş yerime gitmek için çıkarım. Çalışıp para kazanmak ve çocuklarımı besleyip büyütmek en büyük yaşam saadetim.

Bu hayatı yaşamam emir kılındığı andan itibaren (aklımın ermesiyle de birlikte), varlığıma hep minnettar oldum. Bana kafi ölçüde lütfedilen aklım, fikrim ve zikrimle kendi hükümlerimi inşa etmeye başladım. Bana armağan edilen bu ömrü, İlahi Hakimiyet ve Kudretin nezdinde, kendi yaşam alanımın çizgilerini belirledim. Ve ‘’Ahkam’’ dedim ruhumun egemenliğine, ‘’ahkamımdır’’ dedim. Ahkam, Arapça kökenli bir kelime; ‘’yargı, hüküm, karar, nüfuz, ilim’’ anlamlarını da içeren manaları var. Menşeini teşkil eden ‘’hüküm’’ kelimesinin çoğul halidir ‘’ahkam’’. Kurallar bütünüdür, benim yaşam felsefemdir. Köken itibariyle, ilk kullanımı İslami bazı kuralları anlatmak içindir. Bu yönüyle de kelime bana tam anlamıyla kaynaklık ve kılavuzluk etmiş, gösterdiği yol hep doğruya, doğruluğa götürmüştür.

Başkalarının övgüleriyle kendini en tepeye koyan ve yahut yergileriyle de dibe çakılmayan ne azalan ne de çoğalan, her daim kendi olarak kalabildiği için de kendine sevgi ve saygı besleyen biri olarak yaşayagelmekteyim. Bilgi ve bilgiye ulaşma dünyamın merkeziydi. Bilgi güçtü bana göre; okumak, öğrenmek ve de yazmak için çıldırıyordum. Dışardan bakıldığında, kibir ile bilgelik arasında mekik dokuyan bir karıncaydım. Sempatik göründüğüm zamanlar varsa da, bu bilginin sıcaklığıydı.

Kendini bir ortamda özgüvenli hissettirenlere has, etrafında onu dinleyen ve fikrini alanların çoğunluğuna dikkat ediniz. Sosyolojik bir onaylanmışlıktır bir yerde özgüven. Bazılarına itici ve aptalca geliyor olabilir. Ancak biraz da aptal olmayı gerektirmez mi zaten özgüven? Sonuçta hangi dahi kişi kendine o kadar çok güvenip inanabilir ki?

Herkes farkında olarak ya da olmayarak kendine özgü ahkam sahibiydi, kendi kuralları vardı, kendinden ibaretti. Yazar Bukowski der ki: ‘’Yalnızlıkla beslenen biriydim; yalnızlığımı alırsanız, ekmeğimi ve suyumu almış kadar olursunuz. Yalnız kalamadığım her gün, gücümden bir şeyler alır götürür. Bununla övünmüyorum ama, önemliydi benim için. Odanın karanlığı güneşti bana…’’ Buna yakın şeyler duyumsuyor, kendi aydınlandığım yerden doğuyordum her sabah ve bunun güneşle de alakası yoktu. Bir tarafı iyiliğe, diğer tarafı kötülüğe uzanan bir sonsuzluk çizgisinin üzerine saçılmış insan manzaraları ile muhatap oluyorduk her birimiz, hem de her gün.  Bu çizgi üzerinde, herkesin kendine, kendince bir yer edinmeye çalışmasını ilgi, şaşkınlık ve çoğu zaman hayretler içinde gözlemliyorduk. Kendimizi görmeden sadece birbirimizi izliyor, kulp takıyor, yorum yapıyor, deşarj oluyorduk sanki. Bazıları vardı ki, diğerlerinin kendisinden daha aptal olduğunu düşünerek hayata tutunmaya ve yerini sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Benim en sevdiklerim ise, hiç kimseye endeksli olmadan, herkese bir değer biçen, kendi değerlerinin de un-ufak edilmesine izin vermeden, en fazla değeri de kendine ayırmayı başararak her daim dik duranlar ve kendine yetecek kadar huzur, neşe ve keyfi inşa edebilenlerdir. Ben de kendi iç huzurunu daimi kılabilenlerdendim, hiç kimse ve hiçbir şey bunu bozamıyordu. Paranın ise hayatımdaki yeri en alt sıralardaydı. Yani, daha çok para sahibi olmuş olsaydım bile, yine aynı hayatı yaşıyor olurdum diyebilirim rahatlıkla. Yer sofrasında yemek yerdim yine, marka giymiyor olurdum, arabam en yenisinden olmazdı yine.

Bill Gates ismini bilmeyen, en azından duymayan yoktur diye düşünüyorum; Microsoft Şirketi’nin kurucularından, şirketin başkanı, baş yazılım mimarı, girişimci iş adamı.  Bir gün lokantaya gider Bill Gates ve çıkarken garsona iki dolar bahşiş verir. Garson der ki: ‘’Dün oğlunuz geldi ve yüz dolar bahşiş bıraktı, siz iki dolar mı veriyorsunuz?’’ Bill Gates yanıt verir: ‘’O bir milyarderin oğlu, ben ise bir çiftçinin oğluyum.’’ Konu şu ki, dışarıdaki diğer tüm koşullar, siz izin vermediğiniz sürece, sizin kendinizi nasıl yetiştirdiğinize çok da etki edemezler. Bu bağlamda kendinizi çok iyi tanıyın derim ben; neleri yapıp neleri yapamayacağınızın farkında olmak suretiyle kendinizde özgüven oluşturun. Bu, kendinizle gurur duymanıza yol açacaktır. Yine bu, bir insanı güçlü hissettiren ilk ve en ince ayrıntıdır.

Sanılanın aksine özgüven, kendini herkesten üstün gören iddialı bir davranış şekli değil, kendini olduğu gibi kabul ediş, yapıcı ve çözüm odaklı bir zihniyetin dışa vurumu, yansıma şeklidir. Kendi değerini bilmek demek, aynı zamanda başkalarının standartlarına uyum sağlamak zorunda hissetmemektir. Lakin eksikliği kadar fazlalığı da sıkıntıdır. Bazen kazanmakla, başarmakla, donanımla değil de, tüm bunların tam aksine, hayatta şansının yaver gitmesiyle de kazanıldığı olur. Bineceğin aracın kapısını şoförüne açtırmakla, smokin giyip galalara katılmakla, en pahalı saati, en lüks çantayı takmakla sağlandığnda, pohpohlanarak elde edilmiş olduğundan bu tarz edinilen özgüven aslında seni en dibe götürebilecek kapasitede ölümcül bir etkendir. Yapamayacağını, beceremeyeceğini bildiğin işlerde, dış faktörlerce bu duygu hissettirildiğinde hata yaparsın çünkü. Bana göre bu noktada, kendine güvenden daha önemlisi, kendini bilmektir; yapabileceklerini ve yapamayacaklarını doğru ayrıştırabilmektir. Bu ayırımı yapamazsanız ve hele ki kantarın topuzu kaçtığında durum, trajikomik bir şekilciliğe dönüşür.

Varlığı-gelişimi-seviyesi her ne olursa olsun, kendimize duyduğumuz standart güven olgusunun ardında yatan bir içeriktir özgüven. İnsanların kendini gerçekleştirme savaşında kullanabileceği en iyi silahtır. Ego ile egoyu tatmin etme isteği ile ters orantılı olduğunu düşünüyorum ben bu dinamiğin. Çünkü ‘’diğerlerinin’’ bakış açısı ile beslenen egonun aksine özgüven, gücünü ‘’öz’’ den alır. Özgüveni yüksek olan insan, diğerlerinin tercihlerinin kendi öz değeri ve dünya görüşü ile alakası olmadığının farkındadır. Özellikle yara almış insanlarda ne kaybetme, ne başarısızlık ne de ‘’el-alem ne der!?’’ zayıflığı olmadığından, özgüvende Nirvana’ya ulaşmış, manevi kurtuluşunun hafifliği içerisinde kuş tüyü gibi yaşamaktadır. Kanımca, bu hayatı sağlam bir psikoloji ile yaşayabilmek için son derece gereklidir. Kişi ancak bu duyguya sahip olarak, karşılaştığı arızalı modelleri, saçma sapan davranışlarını, kendisine yöneltilen anlamsız saldırıları ve daha bilumum negatif olayı darbe almadan ya da çok az hasarla atlatabilir. Belli bir frekansta tutar kendini ve bu dalga aralığının dinginliğinde ahkamını icra eder. ‘’Kendimi çok iyi tanıyorum, kim olduğumu biliyorum; ama sizin kim olduğunuzu bilmiyor ve bununla da  ilgilenmıiyorum’’ dur özgüven. Bu kendine varış, içinde bulunduğumuz sağlıksız yaşam örgüsüne rağmen edinilebilmiş bu sağlıklı yaşam kültürü bile, dışarıdan çok kolay bir şekilde hedef tahtası olarak tayin edilerek ‘’güven eksikliği’’ olarak algılanabilir. Halbuki özgüvenli duruş ‘’kendimle ilgili hiç bir sorunum yok, sadece uzaklaşırsanız kafam daha rahat’’ ın resmidir ve bu resim barışık olmadığınız camiayı deli eder. Gerçekten özgüven eksikliği yaşayanlarda ise, problem yaratan his çok ciddi boyuttadır ve kişinin karekter bütünlüğünü parçalar.. Yokluğunun en büyük belirtisi kıskançlık denen duygu durum bozukluğudur. Bunlarla karşılaştığınızda, sizi psikolojik baskı ve saldırı altına almaya çalıştıklarında uygulanabilecek en iyi formül, kendi hallerine bırakmak ve yok saymaktır. Sonra bu tarz, ya kendini paranoyakça zulmedecek ya da çaresiz kalıp düzelecektir.

Bu arada muhteşem bir filme bağlamak istiyorum: 2017 yapımı ‘’Wonder/Mucize’’, August Pullman’ ın hikayesi… Küçük Auggie daha önce hiç okula gitmemiş ve ve özel eğitim gören bir çocuktur. Treacher Collins Sendromu, yani başın ve yüzün ayırıcı özellikleriyle karekterize, nadir görülen genetik bir bozukluktan muzdarip kendisi. Yazar Raquel Jaramillo Palacio filme esin kaynağı olan kitabında, nezaketin dünyayı nasıl güzel yaptığına ve özgüvenli olmaya dair o kadar güzel söz, düşünce ve örneklere yer veriyor ki, sarsılıyorsunuz. Şu vardı mesela: ‘’Kötülerin yaptığı şeylerle başa çıkabilmek için, iyilerin psikoloğa gitmesi gerektiği tepetaklak bir dünyada yaşıyoruz’’ Benim kanaatimce, değinmiş olduğu sadece bu yönüyle bile, 2012’de aldığı NAIBA Yılın Kitabı Ödülü’ nü almaya layıktı. Anlatımıyla, gözleriniz ağlamaklı bir yangından sızlarken, aniden başka bir şey hissediyor ve baş edebilmenin o nefes kesici büyüsüyle birden bire gülümseyebiliyorsunuz da! Palacio ilhamını, dondurmacının önünde gördüğü bir çocuktan almıştı ve onu baş kahramanı yaptı, şöyle diyordu Auggie: ‘’Kaderinde sıradışı olmak varsa, sıradan kalamazsın.’’ Yüzündeki genetik bozukluğu nedeniyle, okula başlayacağı ilk güne kadar ona eşlik eden astronot başlığı artık geride kalıyor ve bu ona tedirginlik veriyordu. Kendi gerçekliğimizle ve diğerlerine aldırış etmeden var olmanın öyküsüydü. Hiç bir olumsuzluk ya da farklılığın engel olmadığını, tıpkı Auggie gibi, ‘’Aziz’’ de yerli yapım Mucize’ de ( 2015, Mahzun Kırmızıgül imzalı) seyirciye gösterdi. Aziz’e öğretmeni (Talat BuluT) kılavuzluk etmiş ve sahip olduğu özgüven ile onun hayatını yeniden başlatacak gücü bulmasına yol göstermişti. Konusu, işlenişi ve verdiği duygu yoğunluğu ile gayet başarılı bir çalışmasına olmasına rağmen, sürekli kurcalandı film. Yerli ve yabancı ‘’Mucize’’ nin her ikisi de Palacio’nun kitabından uyarlanmıştı, bu çok bariz, kaçarı yok ikisinin de; ikisinde de anne rolünü oynayan karekterler büyük isimler: Bizimkisi çok deneyimli sanatçı Meral Çetinkaya, diğeri yine usta oyuncu Julia Roberts. Kırmızıgül’ün filmi büyük ses getirdi, camia araştırmaya başladı, eksiği-gediği varsa bulup yapıştıralım kıvamında. Film yabancı versiyonundan daha evvel çekilmişti ve de ondan daha eksik değildi. Türkücü kökenli yönetmen bunlarla ilgilenmedi, işine baktı, yoluna devam etti; Aralık’ ta gösterime girecek olan ‘’Mucize 2’’ nin fragmanları dönmeye başladı bile. Lakin bir Türk klasiği olan baltalama çalışmaları da, aynı performansta devam etmekte. Oysa yönetmen hem Doğu’yu, hem de Batı’yı yaşayan bir özgeçmişe sahip olduğu için, bu toplumsal mozaiği çok başarılı içeriklerle ortaya koymaktadır. O, kendisiyle barışık olmakla birlikte, iç ve iş temposuna devam ederken, bugünlerde, konusunu 7 yaşındaki kızıyla aynı zeka yaşına sahip bir babanın adalet anlayışından alan ‘’7. Koğuştaki MUCİZE’’ adlı film gösterimde. Çok da iyi gişesi var. Kafamı kurcalayan bir şey var ama: afişlerinde ‘’7.Koğuştaki’’ yazısı küçük, ‘’MUCİZE’’ kelimesi ise büyük yazılmış. Mucize kimin filminin adı peki? Ödül peşinde koşanların kasten yarattığı bir kafa karışıklığı mı? Mahzun Bey’in ikinci Mucize’sinin öne çekildiği algısını yönetme teşebbüsü mü? Ama yok öyle yağma! Koğuştaki ve diğeri ayrı ayrı Mucize’ler; ki, ‘’7.Koğuş’’ çuların Sayın Kırmızıgül’ ün filminden prim elde etmeyi bırakıp, Güney Kore yapımı ‘’Miracle in Cell No.7’’ den uyarlandığı gerçeği ile uğraşmaları lüzumu doğmuştur. Her ne kadar taklit de olsa gişe rekorları kırabilecek kapasitede bir film yapıyorsunuz, ama filmi bağımsız bir isimle afişe edemiyorsunuz. Üstelik başka bir filmin de başarısından da istifade edilmeye çalışılıyor. İşte bu yüzden sevmiyorum kötü niyetlileri ve bu yüzden şapka çıkartıyorum hiçbir şeye aldırış etmeden yolunda dümdüz gidenlere!!  Auggie’den Aziz’e, Aziz’den insanın kendi içsel yolculuğuna, bu seyahatte kendine yaklaştıkça diğerlerinden uzaklaşmaya, içindeki üst insanla tanışıp yeniden doğmaya ve o muhteşem kendini bilme mertebesine geliyoruz tekrar.

Kırılganlığını, kırılgan olduğunu, herkesten önce kendi kendine ifade edip, dışardan her hangi bir güce ihtiyacın olmadığını anladığın anda, kafanı kaldırıp etrafına bir kez daha bakıyorsun. İşte o bakıştır senin özgüvenın! Başka açıdan da öyle ürkütücü bir şeydir ki ‘’öz’’ üne güvenmeye başlamak; daha doğrusu çevrendekiler ürperir. Bir anda, adımlarınla ezdiğin toprağın sağlamlığı artmıştır çünkü. Güzel güzel, sakin sakin gülümsersin etrafındakilere. Bu ılık tebessüm ‘’ben kusursuzum, hata yapmam’’ demek değil, bilakis, ‘’ben halledebilir, üstesinden gelebilirim’’ diye düşünebilmek, ‘’bir şeyler ters gittiğinde, kendimi mutlu etmek için elimden mutlaka bir şeyler gelir. Allah bana yol gösterir ve ben o yolda düşmeden yürüyebilirim’’ demektir.

Zümer Suresi (61.ayet),  buyurulur ki: ‘’Allah inanç sahiplerini (inanarak ve inançlarını uygulayarak) zafere ulaşmaları dolayısıyla kurtarır. Onlara kötülük dokunmaz ve onlar hüzne kapılmayacaklardır.’’

Ankebut yankı bulur (4.ayet): ‘’Yoksa kötülükleri yapanlar, bizi aşıp geçeceklerini mi sandılar? Ne kötü hükmediyorlar…’’

Şura’da da hükmedilir: ‘’Gerçekten allah zalimleri sevmez!’’

O’nun hükümlerini yaşayışım da, bana ahkamdır, ahkamımdır… Butün bunları idrak ve tatbik etmekten yoksun, kendini kaybetmiş, özgüvenini yitirmiş insan, sosyal yaşamında da başarısız, kendini ifade etmekte zorlanan, başkalarının kendisine bakışıyla ilgili tedirginlikler yaşayan bir birey haline gelir ve bu duruma düşmesi tibariyle de kendisine olan saygısını tamamen yitirebilir. Geçmişteki sosyal ilişkilerimizde, iş hayatımızda, duygusal yaşantımızda edinilen kötü deneyimler hepimizi az çok zedelemiştir. Bu kaçınılmazdır; içerlemek ve incinmek insan olmanın bir parçasıdır çünkü. İnsan ruhunu incitilmiş hissettiği zamanlarda, kendine çıkar bir yol bulmaktadır. Kendisini değersizlik hissine kaptırma zaafı, mevcut özgüvenini de tamamen kaybetmesine sebep olabilirken, insanın kendisiyle barışık olma durumu, kendi yaşam kriterlerine duyduğu saygı ve bağlılık ve bunun uzantıları ayakta durmayı sağlayan kolonlardır. Duyduğunuz özgüvenin dozu mühimdir; fazlası insanı megolamanlığa, azı ise pısırıklığa götüreceğinden her insanda kafi miktarda bulunması lüzumludur. Temelde sümüklü böcekte bile var olan, evini sırtına alıp dünyayı fethetmek için doğmuş gibi yaşamasına sebep olan içgüdüdür bir yerde. Hele insanoğluna bir kez daha bakınız: Doğduğu anda narayı basıp annesinin göğsünü ele geçirmeyi, uyuması için kendini sabaha kadar sallatmayı, yürümek için ayaklanıp ilk adımını atmayı gözüne kestirdiğinde bir tribün dolusu binlerin heyecanıyla alkışlanmayı garantilemiş ve bu dürtü ona yol göstericilik yapmaya başlamıştır. Gel gör ki insanın yaşı ilerleyip toplumsal törpülerden geçtikçe, bu duygu bazılarında gelişmeye, bazılarında ise yokluk seviyesine doğru bir yönelme bulur. Pozitif yönde ilerleyen ve özgüvenine sahip çıkan insanlar eleştiriye de açık olurlar. Hatta kendi özeleştirilerini de yaparlar ve ruhunu keşfetme/kişiliğini geliştirme yolunda emin adımlarla ilerlerler. Tek başına da bu küresel kaosta var olunabileceğini diğerlerine de gösterebilme yetisi ve yaşama sanatıdır ahkam…

Ancak ‘’özgüven’’ sıklıkla ‘’kendine güven’’ kavramıyla karıştırılmaktadır. ‘’Kendine güven’’ belirli bir konuya, geçmişteki deneyimler ve öğrenme ile pekişerek hakim olmanın getirdiği bir olgu iken, ‘’özgüven’’ kişinin, kaynağında kendini olduğu gibi görmesi, artısını ve eksisini kabullenip, bir nev’i kişinin kendini saygı, sevgi ve şefkatle kucaklamasıdır. Özgüven, koşullar  ne olursa olsun gücünden bir şey kaybetmez; güven ise, kişisel özellikler, yetenekler, geçmiş deneyimler ve kişinin içinde bulunduğu sosyal çevrenin durumuna göre artıp azalabilir. Özgüven tam bilinçlilik halidir; kişi kendi bedeninden sıyrılıp dışarıdan bir göz gibi bakabilir kendine; hatalarını ve zaaflarını kolayca kavrayıp bunları geliştirme yoluna veyahut hiç kimseyi suçlamayıp koşulları olduğu gibi kabullenme yoluna gidebilir. Üstelik bunların tümünü kendini seven bir iç barışıyla gerçekleştirebilir. Kendine güven ise, deneyimlenmiş koşullardaki dramatik bir değişimle bir toz bulutuna dönüşüp ‘puF’ diye yok olabilir. Özgüvenin açığa çıkmak için başka bir değere tutunmaya ihtiyacı yoktur, yalnızca kendi iç dinamiklerinden kuvvet alır ve öylece de varlığını sürdürebilir; yine bundan farklı olarak kendine güven, iltifat ve övgü ile beslenir, gösterişi sever, sürekli kendini kanıtlamaya ihtiyaç duyar. Bu şekilde beslenip geliştiği için de, ilgisizlik onu öldürür. Oysa özgüven egodan arınmıştır, saf ve iyi niyetlidir; kendisinin tek başına değerli olduğunu bilir ve etrafındaki her ‘’bir’’ i kendisi gibi değerli görme çaba ve eğilimindedir. Diğer taraftan kendine güven, iddialı ve rekabetçidir; zaman zaman kendisini başkalarından üstün tutmaya meyillenir. Topluma uyum sağlayabilmesi için, sürekli dizginlenmeye tabidir. Çünkü egosu ön plandadır ve bu da onun kontrollü davranmasını zorlaştırmaktadır. ‘’Özgüven’’ sevimlidir, işini bilir, herkesi büyüler; ‘’kendine güven’’ ise, muhattap olunan çevrenin algı kapasitesine göre kendi değerini belirler. ‘’Kendine güven’’ parsiyel, ‘’özgüven’’ totaldir. ‘’Kendine güven’’ sessiz, sinsi, ağır işler; ‘’özgüven’’ ise, zeki ve afacandır, kuş tüyü gibi hafiftir, etkileyicidir. Örneğin ‘’kendine güven’’de yağmasa da gürlemek, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, yetenekli-yaratıcı-sanatsever sanılmaya çalışmak dikkati çekerken; ‘’özgüven’’ ise ‘’ben yaparsam en iyisi olur ve bunun için hiç kimsenin kimsenin görüşü ile ilgilenmiyorum’’ diyebilme cüretidir.

Günümüz modern toplumlarının en önemli sorunlarından birisidir denetimsiz özgüven. Başarı ürünlü reaksiyonun, aktivasyon enerjisi olması haliyle de öz kontrol gerektirir. Bu mekanizmalar içerden veya dışardan işlerlik kazandırılamazsa gülünç durumlar ortaya çıkabilir.

Aklıma şu cümle geldi şimdi, söylemeden edemeyeceğim de kesindir:  ‘’Popülizmin yanlış türünü yendik!’’ Bu sözler Hollanda seçimini kazandıktan sonra, Mark Rutte’ nin yaptığı ilk açıklamadan… Faruk Looğlu’ nun da deyimiyle Avrupa’ da geniş yankı buldu; çünkü Rutte, bu sözleriyle günümüzün ciddi sorunlarından birine parmak basıyordu. Buradan bambaşka bir tarihi gelişim ve felsefenin içerisine girmek gerekiyor. Latin Amerika’dan Avrupa’ ya geçip küresel çapta yükselen değerlere dokunmak gerekiyor. Çok konuşmak, çokça yazmak gerekiyor…  Ki, şu anda editörü çıldırtmak üzere olduğum için, kalemimin frenine basıyor ve sonsuz muhabbetlerimle ayrılıyorum yanınızdan.

Unutmayın, ‘’Kaderinizde sıradışı olmak varsa, sıradan olamazsınıZ...

Bol keyifli okumalar!

Gittim ben.

Sende Yorumla...
Kalan karakter sayısı : 500
11     2020-04-13 çok güzel yazı
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR X
Banazda Kuzu Kokoreç Yalçın  Kokreçte Yenir
Banazda Kuzu Kokoreç Yalçın Kokreçte Yenir
Tarihi Eser Kaçakçıları'na Uşak Jandarmasından Operasyon
Tarihi Eser Kaçakçıları'na Uşak Jandarmasından Operasyon